Köşe Yazısı

Zehra – Aşkın Peşinde Bir Ömür – 14. Bölüm

Zehra – Aşkın Peşinde Bir Ömür – 14. Bölüm

Eski mevzuları açıp, olur olmadık kavgalara tutuşmasaydık, Zehra gayet ılımlıydı bana karşı. Sabahları günaydın mesajı atıyor, akşamları iyi geceler demeden uyumuyordu. Ama benim şeytanlarım iş başındaydı.

İçten içe kemiriyorlardı beni, vesvesenin bini bir para. Hiç durmadım açtım eski konuları. Altından girdim üstünden çıktım. Ağza alınmayacak hakaretler ve küfürlerin akabinde. Yine aramız açıldı beklenen üzere. Bu saçma sapanlıkları yapıyordum, sonra da gidip içiyordum. Akıllanmayacaktım ben.

En çok kendime zararım vardı, kendimle beraber etrafımdaki insanları da aynı girdabın içine sürüklemekten başka bir şey yapmıyordum. Tamam eyvallah, geçmişte yaşanmış kötü şeyler olmuş olabilir. Benden sonra, başka birine de gitmiş olabilir. An itibariyle gelmiş ya işte, aylardır beklediğin bu değil miydi zaten, şimdi niye bu zamanın tadını çıkarmak dururken, kaybetmek için elinden geleni ardına koymuyorsun, nedir bu, hangi aklın ürünüdür, gerizekalı mıydım acaba ben?

Güven diyordu içimden bir ses. Güven bir kere gitti miydi, bir daha ne yaparsan yap, hep boşa. Bir yerden sonra olmuyor. Bozuluyor. Bozulabileceği kadar bozuluyor. Bir daha tamir olmayacak şekilde bozuluyor. Gerçekten de öyle olacaktı galiba. Bozulabileceği kadar bozulacaktı her şey. Böyle kavgalarımızdan sonra yine görüşmemeye başlamıştık Zehra’yla.

Ben yine eskisi gibi olmuştum. Sabahlara kadar içiyordum, günde üç paket sigara bana mısın demiyordu. Böyle yaparak düzeleceğini mi umut ediyordum bilmiyordum. Düzelmeyecekti işte, düzeleceği varken bozmuştum. Kalkmış gelmiş işte, her şeyin üzerine bir sünger çekip, kaldığın yerden devam et. Yok, hayır olmaz. İllaki imkansızlığa sürüklenecek ne var ne yoksa.

İki gün hiç konuşmadık. İkinci günün akşam üstüydü. Evdeydim. Pinekliyordum. Telefonuma mesaj geldi. Adım yazıyordu sadece mesajda yine. “Efendim” diye karşılık verdim. “Görüşelim mi” diye soruyordu. Hiç ikiletmedim. Neden, nasıl, niçin soracak durumda değildim. “Neredesin” dedim. Okulda olduğunu, yarım saat sonra çıkacağını, servisten çarşıda ineceğini ve indiği yerden kendisini almamı söyledi.

“Tamam” dedim. Apar topar hazırlandım. Aldım arabanın anahtarlarını çıktım evden. Yarım saat sonra aradı, çarşıda emniyet müdürlüğünün önündeki durakta beklediğini söyledi. Hava hafif çiseliyordu. “Nereye gitmek istersin” diye sordum. Çok fazla oturmayacağını, babasının ve annesinin evde olduğunu.

Şehir merkezinden uzaklaşmak istemediğini, ama çayla beraber sigarayı da rahat içebileceği bir yere gitmek istediğini söyledi. “Var mı öyle bildiğin bir mekan” dedim. Şehrin en güzel manzaralı kafesini söyledi. “Biliyor musun orayı” dedi.  Bir şey söylemeden arabayı oraya doğru sürmeye başladım. Yol boyunca hiç konuşmadık.

Beş dakika sonra mekanın önündeydik. İçeride sigara içilmediğinden mütevellit, dışarıda da hafiften yağmur çiselediği için kamelya gibi bir şeyin altında duran masayı gösterdi mekan sahibi. Teşekkür edip oraya geçtik. Karşımdaki sandalyeye geçti oturdu. O tarifi mümkünatı olmayan yeşil gözlerini gözlerimin içine dikti ve dedi ki; “ben intihar etmeyi düşünüyorum ve senden de helallik almaya geldim.” Nutkum tutulmuştu, ne diyeceğimi bilemedim ilkin. “Ne saçmalıyorsun, sen” diye saçmaladım başlarda.

Sonra kafayı toparlayıp, “Bence de haklısın, intihar etmelisin, bari en azından nerede olduğunu bileyim, gün aşırı mezarına geleyim, gül falan bırakayım. Böylesi bence de daha mantıklı, ne zaman ediyorsun? Tüple mi edeceksin, hap mı yutacaksın, yoksa üçüncü kattan kendini aşağı mı salacaksın? Bak bu biraz riskli sakat kalma riski var, hani ölmezsen sakat kalırsan o daha kötü” dedim. Dalga geçiyordum tabii canım.

Durdum, ciddileştim, “neden” diye sordum. Başına gelmeyen şey kalmadığından başladı, babasının işlerinin kötü gittiğinden devam etti, babası dolandırılmış, çok yüklü miktarda bir borcun altına girmiş, bir başka olaydan dolayı da babasının hapse girme riski varmış. Girebilirmiş her an hapse… bunları anlatıyordu nefes almadan. Sessizce dinliyordum. Anlattıklarının sonuna geldiğine kanaat getirdikten sonra, “bitti mi” dedim. Susuyordu.

Güzel gözlerinin ilk defa bu kadar anlamsız ve boş baktığının farkına vardım. “Evet” dedim, “çok haklısın, eğer sen intihar edersen, babanın bütün zararları kapanır, baban hapse girmekten kurtulur ve senin başına gelmiş geçmiş bütün felaketler senin arkandan anlatılacak birer anı olarak kalır insanların hafızasında, çok mantıklı gerçekten, canına kıyarak bir şeylerden kaçma isteği, duyduğum en mantıklı yol, aferin, aynen böyle devam et, bir de öğretmen olacaksın.

Bu mudur senin öğrencilerine de öğreteceğin şeyler?” dedim. susuyordu. Sonra üzerindeki montunu tutup, “bunun markası nedir” diye sordum. Söyledi. Sonra montundan göründüğü kadarıyla gömleğini tuttum, peki bunun markası nedir?” dedim, söyledi. Ayakkabılarından tut çorabına, montuna gömleğine kadar her şeyin marka, hesaba vursak üzerinde çantanla, kullandığın telefon ve içtiğin sigarayla beraber, nereden baksan bin lira taşıyorsun şuan ve her şeyin boktan olduğunu, her şeyin ters gittiğini anlatıyorsun bana, bu mudur ters giden hayat? Bu mu senin çıkmaz dediğin hayat.

Sekiz yüz liraya ev geçindirmeye çalışan baba ne yapsın? Soma’da maden ocağında üç kuruş paraya çalışan ve hatta artık çalışamayan o üç yüz bir tane baba ne yapsın? O kadar yokluk görmüş ki adam, sedyeye binerken, abi çizmeleri çıkarayım sedye kirlenmesin diyor. Bak yokluk budur, bak bokluk budur kızım.

Sen ne gördün ki, ne görmüşsün sen, neymiş bu kadar seni karamsarlığa iten gerekçeler? Allah aşkına salak salak konuşma da, git o balkonu sonradan içeri alınan evine. Anana babana kardeşlerine sarıl, o insanların sana ihtiyacı var. Bu nasıl bencilce bir düşüncedir ya, sen böyle bir şey yaptıktan sonra, arkada kalanlar ne olacak, beni geç, annen baban kardeşlerin arkadaşların, akrabaların ne olacaklar düşündün mü hiç? Herkes üç gün ağlar, anana babana hayat zindan olur.

Sen o evde ol, orada nefes aldığını bileyim, o sonradan içeri alınan balkonun karşısına geçeyim bir sigara içimi kadar durayım, odanın ışığını seyredeyim, yanımda olmasan da, benim olmadığını bilsem de, orada olduğunu bileyim. Başka bir şey istemiyorum ben senden” dedim. Bir sigara yaktım. Susma sırası bana gelmişti.

Derin bir sessizliğe büründüm. Gözlerimin içine bakıyordu, gözünün yeşilini sevdiğim, eskiden olduğu gibi bakıyordu. Göz bebeklerine sarılmak geldi o an içimden. “Kendine çeki düzen ver, sana ihtiyacı olan insanlar var, sen öğretmensin, her şeyden önce, geleceğimizin sana ihtiyacı var Zehra, yapma bunu ne kendine ne de bize, seni sevenlere yapma, gözünü seveyim”

Çaylarımızı içip kalktık. Arabaya geçtiğimizde son kitabımı arka koltuktan uzanıp aldım, kucağına bıraktım. Daha önce de bahsetmiştim, ben çaya şeker atmayı Zehra’nın sayesinde bırakmıştım ve son kitabın arka kapağında “ne zaman gözlerin gelse aklıma, çayı şekersiz içiyorum” yazıyordu. “Hala çayı şekersiz içiyorsun,” dedi.

“Çünkü sen ve gözlerin gelip geçtiler benim hayatımdan,” dedim. O an zamanın durmasını istedim. Zehra hiç ayrılmasın yanımdan, bir ömür boyu o arabanın sağ koltuğunda otursun, ben sol koltuktan onu seyredeyim. Bir yerlere gitmeyelim, gidiyormuş gibi yapalım istedim.

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL